Ölüm. Soğuk kelime. Acı kelime. Ölümün her türlüsü ürkütüyor insanı. Ölüp te aramızdan ayrılan, isterse yüz yaşında olsun, derin bir üzüntü ve boşluk bırakıyor ardında. Hele, bir de gencecik insanların, çocukların yitip gidivermesi aniden, iyice dayanılmaz. Ateş düştüğü yeri yakar derler. Doğru, uzakta olanlar ne kadar etkilenirse etkilensin, hayatı bir anda kararanlar, yüreğindeki acıyı ömür boyu taşımak zorunda kalanlar gidenlerin yakınları.
Bu derin acıyı düşününce, Göteborg’deki yangında hayatını kaybeden gençlerimizin ailelerine söyleyecek söz bulamıyor insan. Yüreğimize çöken sıkıntıyı, acıyı anlatmaya çalışıyoruz, teselli etmeye çalışıyoruz. Ama, kimi teselli ettiğimiz belli değil aslında. Acili aileleri mi, kendimizi mi?
Böyle bir felaketin, bu kadar düzenli bir ülkede olması ise, insanın acısına öfke katıyor. Gençlerin kendi aralarında eğlenmesi, pek de üzerinde durulup olayın nedeni gösterilecek birşey değil. Sanki İsveçliler ile birlikte eğlenselerdi olmayacak mıydı bu kaza? Ayrıca, yeterli güvenlik önlemleri alınmadığı sürece de her an ve her yerde olabilir. Lokal Makedonyalıların. Isveçlilerin olsaydı ne olurdu? Belki onlar, “Bu lokal küçük, bu kadar insan gelemez.” derlerdi.
Eğri oturup doğru konuşalım, o zaman da bunu söyleyen İsveçlileri, katı kuralcılıkla, kalın kafalılıkla, hatta tepemiz iyice atarsa, yabancı düşmanı olmakla suçlardık. “Ne olacak sanki üç beş kişi fazla olsa.” derdik. Burada eleştirmemiz gereken de bu mantığın kendisi. Yani, adam sendecilik, bize bir şey olmaz mantığı. Üstelik, bu durum sadece bizlere özgü de değil. İsveçli gençlerin toplandığı eğlence yerleri çok mu farklı sanki. Kazadan sonra, çeşitli eğlence yerlerinde yapılan araştırmalarda da halen yeterli güvenlik önlemlerinin alınmadığı ortaya çıktı zaten.
Bizlerin dışlanması ayrı, bu olay ayrı bir olay. İki olayı birbirine karıştırmamak gerek. Ama, bizlerin oturduğu bölgelerde kurumların servis hizmetleri daha kötü, olanakların daha sınırlı olması elbetteki üzerine gidilmesi ve çözülmesi gereken sorunlar. Yalnız şunu da hatırlayalım ki, İsveç artık eskisi gibi değil. Her yerde, özellikle de düşük gelirlilerin oturduğu bölgelerde -isterse İsveçlilerin oturduğu bölge olsun- bu tür kazaların olması an meselesi. Daha geçen gün, İsveçlilerin yoğun olduğu bölgedeki bir ilkokulun sınıflarından birinin tavanı çöktü mesela. Bu kaza, çocukların bahçede olduğu bir anda olduğu için ucuz atlatıldı. Bütün bunların nedeni ise, ekonomik kısıntılar. Bu durumdan en fazla ve doğrudan etkilenenler de Isveçin en alt sınıfının da altında yaşamak zorunda kalan bizler oluyoruz doğal olarak.
Göteborg faciası, bu konuları tartışmak için yeni ve çok önemli bir çıkış noktası olabilir ama, bu durumda bile sağduyuyu bırakmadan akılcı bir şekilde tartışmamız gerekiyor.
Bu sorunların çözülmesi için, içinde yaşadığımız toplumla ilgilenerek haklarımıza sahip çıkmamız ve korumamız gerekiyor. Bunu ise, öncelikle kendi aramızdaki birliği sağlayarak gerçekleştirebiliriz. Biz kendi aramızdaki birliği sağlayamadıktan, kendi haklarımız için mücadele etmedikten sonra İsveçliler ne yapsın?
Örnek mi istersiniz. Alın size bu sayımızda yer alan Fittja projesi. İşte size milyonlar, işte olanaklar. Devletten büyük paralar alınıyor orada yaşayanların yaşama koşullarını daha iyi yapmak için. Peki, bu alınacak kararlan belirleyen halka açık toplantıya kaç kişi katıldı bizden? En fazla on ya da on beş kişi. Bundan sonraki toplantılar da böyle olacak muhtemelen. Biz sıcak odalarımızda Türk kanallarından yayınlanan “Aynalı Tahir”i seyredip onun sorunları için kederlenip duruyorken birileri bizleri doğrudan etkileyen yaşamsal kararlar alacak. “Apo’yu Türkiye’ye ‘verin’ ya da ‘vermeyin’” diyerek sokağa çıkan gruplar, gençlerimizin, burada yaşayan insanlarımızın sorunları, ihtiyaçları için de birlik olup sokağa dökülseler, toplumu ve kurumları etkilemeye çalışsalar nasıl olur acaba diye düşün meden edemiyor insan.
Türkiye ile ilgilenmemeliyiz anlamına gelmiyor bu. Ama, Türkiye’de, Türkiye’nin sorunlarıyla ilgilenecek milyonlarca insan var. Buradaysa, bizim sorunlarımızla ilgilenecek, haklarımıza sahip çıkacak olan sadece bizleriz.
Bu arada, bu acı olayda Isveç çapında meydana gelen birliği de göz ardı etmemek gerekir. İsveçliler belki de ilk defa duygusal bir yakınlık kurdular bizlerle, acımız yürekten paylaştılar. Ölümün ve acının milliyetinin olmadığının onlar da farkında. Olayın üzerinden haftalar geçmesine rağmen, yapılan her toplantıyı kazada yaşamını yitiren gençlere saygı duruşu ile açtılar.
Sembolik de olsa, güzel bir dayanışma örneğiydi bu saygı duruşları. Bu güne kadar sorunlara, kötülüklere yoğunlaştık da ne oldu. Gazetelerin, dergilerin arşivlerini karıştırıp on-yirmi yıl geriye gittiğimizde değişen hiçbir şey olmadığını görüyoruz.
Bu sefer bir değişiklik yapalım ve karanlıkların içindeki ışığı görmeye çalışalım. Yani, bu kadar dışlandığımız bir toplumda en acı günümüzde bizimle duygu birliğine giren insanların güzelliğini, dostluk ve dayanışmasını.
Bakın İsveçli bir gazeteci, Lasse Anrell “Aftonbladet” gazetesinde ne diyor bu konu ile ilgili. “O çocuklar, arkadaşlarını kurtarmak için kendilerini ateşin içine attılar. Hep gençlerin bencilliğinden, sorumsuzluğundan, tembelliğinden yakınır dururuz. Ama, gördük ki, söz konusu yaşam ve ölüm olunca, onlar, biz yetişkinlerin çoğunun cesaret edemeyeceği büyük bir güçle arkadaşlarının yardımına koştular. Gazetelerde yazan yazılar, televizyonlarda yapılan yayınların, bütün İsveç’i saran hüznün ve dayanışmanın acılı ailelere bir tesellisi olup olmadığını bilmiyorum. Ama, en azından acılarını yürekten paylaştığımızı anladıklarını umuyorum.”.
Yazının kendisi uzun ve duygu yüklü. Biraz da toplumsal bir günah çıkarma gibi. Belki de, “bazı” İsveçliler ancak bu olayla, bizlerin de insan olduğunu en az kendileri kadar insanca yaşamaya hakkımız olduğunu anladılar.
Bizlere düşen görev bu duygusal dayanışmanın farkında olduğumuzu belli ederek her alanda sürmesini sağlamak.
Farkedilmeyen iyilik ve güzellikler çabuk kaybolur çünkü.
| Ocak 1999