”1935’de İstanbul’un Vefa semtinde doğmuşum. 1940’tan başlayarak, öğretmen olan annem ve babamla beraber Anadolu’ da gezdik. 1950 yılında İstanbul’ a döndük. İstanbul Hukuk Fakültesinde okudum.O zamanlar Fatih’te oturuyorduk. Hukuk Fakültesinde asistanken Fransa’ya gittim ve bir sene felsefe okudum. 1964’te asistanlıktan ayrılarak 79’a kadar İstanbul’da avukat olarak çalıştım. 79 Aralık ayında ise karımın memleketi olan İsveç’e göçtüm.”
– Neden İsveç?
– 79’da, 12 Eylül darbesi gelmeden önce, toplumun içinde bulunduğu manevi çöküş bana dokunduğu için bir müddet oturmak üzere buraya geldim. Altı ay-bir yıl içinde Türkiye düzelir düşüncesindeydim. Ama hiç öyle bir düzelme olmadı; tersine darbe geldi. Aydınları tutukladılar, sağ ve sol eylemci çocukları işkencelerde, hapiste çok hırpaladılar. Sonra idamlar oldu. İnsani hukuktan bu kadar uzaklaşmış bir rejimde yaşayamazdım. Onun için de psikolojik açıdan ne kadar sakıncalı olursa olsun yurt dışında yaşamayı tercih ettim.
– Öykülerinizde mekânların özel bir yeri var. İsveç nasıl bir mekân sizin için?
– İsveç çok temiz, çok güzel dizaynları olan, çok renkli bir cezaevi benim için. Ama hakiki bir cezaevi gibi can sıkmıyor, hemen kaçma isteği uyandırmıyor insanda.
– İsveç edebiyatı ile aranız nasıl?
– İsveç ‘te çok iyi şairler var. Ama İsveç Edebiyatı benim özellikle benimsediğim bir edebiyat değil. Ben İsveç romanında birşey bulamıyorum. Strindberg’in düz yazılarında kullandığı uslüp hariç birşey öğrenemedim İsveç romanından. İsveç romanı genellikle Avrupa ülkelerinde yazılmış romanların ikincisi kalitesi. Fakat, hikaye yazarı Hjalmar Söderberg’i çok beğendim. Elbette Strindberg bir dahi… Lagerkvist de iyi bir yazar.
– Türk edebiyatıyla İsveç edebiyatını karşılaştırırsak…
– İki ülkenin edebiyatı birbirine hiç benzemiyor. Hem dil çok farklı, hem edebiyatlar çok farklı. Aynı hedeflere doğru giden edebiyatlar değil. Fakat İsveç şiirinin daha anlamlı ve iyi temalar yarattığını söyleyebilirim.
Ben İsveç’e kendimi edebiyatçı olarak tanıtmak için gelmedim.
Öyle bir şey isteseydim Fransa’ya giderdim.
Türk edebiyatı İsveç ‘te tanınıyor mu?
Tanınmıyor. Birkaç yazar var çevrilmiş. Bin dokuz yüz otuzlarda Halide Edib’i çevirmişler. Halide Edib de büyük bir romancı değil yani. Ondan sonra Yaşar Kemal’i çevirdiler bir zaman ve çok okudular. Şimdilerde de Orhan Pamuk’u çevirdiler.
– Kitaplarınızın İsveççe’ye çevrilmesi için bir girişimde bulundunuz mu?
– Benim kitap olarak çevrilmiş birşeyim yok İsveç’te. Ben buraya kırk dört yaşında geldim ve Türkiye’de kitapları yayınlanmış tanınan bir yazardım zaten. Burada yayınevi yayınevi dolaşarak müsveddelerimi onların ilgisine sunamazdım. Ben İsveç’e kendimi edebiyatçı olarak tanıtmak için gelmedim. Öyle bir şey isteseydim Fransa’ya giderdim.
– İsveçliler yabancı sanatçılara ilgi gösteriyorlar mı?
– İsveçlilerin böyle bir yanları yok. Düşünün, yakınlarda ölen ünlü Fransız filozofu Michel Foucault’un burada yaşadığı yıllarda doktora tezi Upsala üniversitesindeki profesörler tarafından reddedilmiş. Bugün ise bütün liselerde, yüksek okullarda Foucault okutuluyor. Alman nazizminden kaçarak birkaç yıl İsveç’te politik mülteci olarak oturan Bertolt Brecht -ki 20 ‘ci yüzyılın en büyük tiyatro adamlarından biridir- ile sadece küçük bir öğrenci tiyatrosu ilgilenmiştir.
– Bir yazar olarak İsveç’te yaşamak…
– Aslında, insan buraya kafayı takarsa öldürücüdür burası. Ama kafayı takmamak lazım Yapay cennetler yaratıyoruz kafamızda. Bu yapay cennetler motivasyon veriyor bize.
– Türkiye’den gelen göçmen grubuyla ilişkiniz nasıl?
– Buraya yeni geldiğim zaman biraz ilişkim oldu. Ama dünyalarımız o kadar farklıydı ki… Toplumumuzdan ayrı düşmüş bir şekilde yaşıyorum. Belki belli bir yaşa geldiğim için izole yaşamayı seçtim. 12 Eylül’den sonra Türkiye’den gelen siyasi mülteciler ne durumda olurlarsa olsunlar biraz renk veriyorlardı buradaki Türk ortamlarına. Onların Türkiye’ye dönüşünden sonra konuşulacak insan sayısı azaldı.
– İsveçli edebiyatçılarla ilişkileriniz nasıl?
– İsveçli yazarlardan dostlarım var. Buraya gelmeden önce, İstanbul’dan tanıyordum onları. Ama son yıllarda onlardan da uzaklaştım. Çünkü dünyalarımız ayrı.
–Yabancı mı hissediyor sunuz kendinizi?
– Elbette… Aslında Yabancılıktan çok ben kendimi her zaman bir ziyaretçi gibi hissettim burada… Aradan 20 sene geçmesine rağmen.
– Sürekli ziyaretçi olma duygusuna nasıl dayanabildiniz?
– Dayandım… Çünkü, benim kendi şehrim gençlik yıllarımda bana verdiği tatlarıyla birlikte elden kaçmıştı artık. Dünyanın neresi olursa olsun aynı benim için artık. Bir de, İstanbul’ a, Almanya’ya, Fransa’ya seyahatlar oluyor, o zaman çok daha iyi hissediyorum kendimi. İsveç’te üç ay-dan fazla oturduğum zaman sıkılmaya başlıyorum.
– Türkiye’ye dönüş planlarınız var mı?
– Hayır. İstanbul’da da uzun kalınca daha çok canım sıkılıyor. Hayatta en çok nefret ettiğim şey monotonluktur. Aynı şeylerin hiç durmadan tekrar edip durması. Bu durum İstanbul’da da musallat oluyor bana. Can sıkıntısı şeklinde kendini belli ediyor.
– Nasıl bir hayat yaşamak isterdiniz?
– Çok daha hareketli bir hayat gerekliydi benim için. Hukuk fakültesini bitirdikten sonra fakültede asistan olmuştum, ondan sonra Türkiye İsçi Partisine girdiğim için üniversiteden ayrılmam istendi… Orada kalsaydım ve edebiyatla uğraşmakla birlikte üniversite hocası olarak da çalışsaydım daha aktif bir hayatım olurdu ya da bir gazetenin yönetiminde çalışsaydım yine daha aktif bir hayatım olurdu. Veya bizim düşüncelerimize uygun bir politik partimiz olsaydı, toplumda aktivize olan, gittikçe gelişen bir hayatım olurdu. Ama bunların hiçbiri gerçekleşmedi. Üniversite öğrencileriyle meşgul olacak kapasitem vardı, dinamizmim vardı. İstemediler beni. Düşüncelerimi açıkladığım için, o partiye girdiğim için… Gazeteler de gittikçe yozlaştı, resimli gazeteler haline geldiler. Artık davet etseler de hiçbirinde görev alamazsınız. Bizim hayatımıza çarpan en büyük talihsizlik bize ait olan şeylerin bozulması, yozlaşması. Bu Türkiye’de çok hızlı oldu. Ee, ne yapacaksınız, ayrı düşmüş insan, ayrı düşmüş aydın hayatına katlanacaksınız.
– Politika…
– 1961 ‘de kurulan birinci Türkiye İşçi Partisine ben 62 ‘de girmiştim. 64’e kadar orada kaldım. Gençlik teşkilatı büro başkanıydım. Partinin 1.Programını yazan insanlardan biriydim. Bugün benim düşüncelerime uygun hiç bir parti yok. Başkalarının var. Anap var, Doğru Yol var, Refah partisi, Milliyetçi Hareket partisi, Demokratik Sol parti var ama bunların hiçbirinden değilim ben. Bizim Türkiye’nin koşullarından dolayı siyasi partimiz yok Büyük bir talihsizlik.
– ÖDP’ye aydınların partisi diyorlar…
– Gitmiyor. O da gitmiyor. Bu toplum tuhaf bir toplum sosyologların incelemesi lazım. Geçen gün “ÖDP’nin renkleri soldu mu?” diye bir yazı vardı. Yani hiç gelişmedi. Binde sekiz oy ne demektir? Hiç birşeydir.
– Türk toplumunun aydınlardan ne gibi beklentileri var?
– Türle toplumu bizlerden hiçbir şey beklemiyor, hiç birşey istemiyor. Türkiye toplumu yetişmiş insanlarını onların faydalı olacağı yerlerde kullanamıyor, Muammer Özer’i herhangi bir büyük prodüktör çağırıp şu filmi yap diye görevlendirdi mi? Bu toplum, düşmüş bir toplum. Değer yargıları ve kaliteler azalmış, kalmamış durumda. Bir sinema endüstrisi yok. Şimdi İstanbul’da en berbat televizyonlara hayasız bir biçimde seri filmler yapanlar para kazanıyor. Yakın zamanda bana bir senaryo yazmamı teklif ettiler. 100 tefrika sürecekmiş film. Anında reddettim. Onu yazdıktan sonra ben ben olmam ki zaten. Ayrıca onu yazmayı öğrenmek için benim özel kursa gitmem lazım. O seviyeye inmek kolay mı?
–Avrupa’da bir Türk lobisi olabilir mi?
– Hiç sanmıyorum. Çok iyi mevkilere gelmiş Türklerin olması lazım. Bir yanda da Türk hükümetinin yaptığı uygulamalar var. Aynı fikirde olamıyoruz ki onu sürekli savunalım. Bir şeyi savunmaya kalkıyoruz, arkadan savunamayacağımız -ayıp denebilecek- bir uygulama geliyor. Türkler bir kulüp bile kuramadılar burada. Bir kültür kulübü mesela; kadınlı erkekli, arada sürtüşmeler kavgalar, çekememezlikler olmadan kültürel toplantıların yapıldığı. Bir aralar ben, burada edebiyatla ilgilenen birkaç kişiyi bir kahvede Pazar günleri toplamaya çalıştım. En sonunda hepsi birbiriyle kavga etti ve gitti.
– İsveç’in sevdiğiniz yanları…
– Türkiye’ de göze çarpmak için ortada dolaşmak gerekir, ortada dolaşmadıkça kimse sizinle ilgilenmez. Burada köşesine çekilmiş insanları bile hatırlıyorlar. Bir de toplum olarak gösterişten uzak insanlar olmaları hoşuma gidiyor. Sanatçıların hepsi olmasa da başrole çıkmak isteyenleri de vardır. Bizimkiler hep başrol isterler. Ama burda pek o kadar yok bu durum.
– Ya İsveç demokrasisi…
– Demokrasiler her zaman güdümlüdür. Hiç bir demokrasinin yeterli olduğuna inanmıyorum. Amerikan demokrasisi bir takım gizli örgütler tarafından dengeli tutuluyor. Eski Amerikan komünistlerini ben çok seviyorum -çoğunlukla Troçkistti onlar- ama onlara yaşama hakkı tanımadılar. Buradaki de güdümlü bir demokrasi. Herkesin söz hakkı var ama, birçok doğru söz kaybolup gidiyor.
Demir Özlü’nün Eserleri:
Öykü:
- Bunaltı 1958
- Soluma 1963
- Boğuntulu Sokaklar 1966
- Öteki Günler Gibi Bir Gün 1974
- Aşk ve Poster 1980
- Stockholm Öyküleri 1988-2000
Roman:
- Bir Uzun Sonbahar 1976
- Bir Küçük Burjuvanın Gençlik Yılları 1979
- Bir Yaz Mevsimi Romansı 1990
- Tatlı Bir Eylül 1995
- İthaka’ya yolculuk 1996
Anlatı:
- Bir Beyoğlu Düşü 1985
- Berlin’de Sanrı 1987
- Kanallar 1991
Anı:
- Sürgünde On Yıl 1990-2001
Düzyazı şiir:
- Balkur’da Akşam Yemeği 1997
Eleştiri -Günlük:
- Borges’in Kaplanları – Berlin Güncesi 1991
- Paris Güncesi 1999
- Yolculuk: Ne Mutlu, Ulyses Gibi 1991
Politika:
- Siyasi Yazılar 1991
| Mayıs 2001