Bu ismi belleğinizin bir köşesine yerleştirin: Hamdi Özyurt. Çünkü onu yakın bir gelecekte yazın dünyasının önemli isimleri arasında göreceksiniz.
Bir sanat tutkunu Hamdi Özyurt. Yazıyor, çiziyor canı sanatın hangi dalını çekerse o alanda eser üretiyor. Üstelik de elini her attığı alanda başarılı eserler yaratacak kadar doğal bir yeteneğe sahip. Üretmek, kendini ifade etmek, zengin düş dünyasını diğer insanlarla paylaşmak çok önemli onun için.
Geçtiğimiz Nisan ayında Alleben Dergisi ‘nin düzenlediği şiir yarışmasında ” Gün Soğudu” isimli şiiriyle mansiyon alan Özyurt, şiirin yanısıra öykü ve roman da yazıyor. Anlatımı yalın ve canlı. Bir kaç cümlede bir öykü anlatacak kadar ustaca kullanıyor yazım dilini. Karikatür çiziyor. Kafasına estikçe de “Viruset” isimlibir mizah dergisi çıkarıyor. Yayınlanmış iki şiir kitabı var. Bir de çocuk kitabı.
En iyisi biz soralım o anlatsın:
-Çocukluk…
-1964 yılında Muş ‘ta dünyaya geldim. Ufukları mavi sisli olur Muş Ovasının. Pırıl pırıl kuşluk güneşinin altında karpuz taşır öküz arabaları . Ailem aslen Vartoludur. Muş’ta Devlet Demiryollarında işçiydi babam. Çocukluğum tren vagonlarının arasında geçti. “Kim sonra atlayacak?” oyunu oynardık: Tren hareket ederken vagonlardan birinin kapısına tutunuyorsunuz. Rakip oyuncu ise diğer vagonun size yakın kapısına tutunuyor. Tren giderek hızlanırken önce atlayan yarışı kaybediyor. Bir seferinde, benden daha inatçı biriyle yarış hâlindeydik. Birbirimizin gözlerine bakıyoruz. Ne o atlıyor, ne ben. Tren hızlandı, hızlandı; öyle hızlandı ki atlayamadık. Tatvan’a kadar kapıya tutunarak gittik. Bir başka seferinde, bir arkadaşım trenin altına düştü. Şimdi tahta bacakla geziyor. Daha sonra, ona acıyıp ambar memuru yaptıklarını duydum.
-Eğitim…
Liseyi Muş Endüstri Meslek Lisesinin “metal” bölümünde okudum. Babamın tercihiydi bu. Ondandır ki bir çocuk bile benden daha güzel kaynak çeker.
-İstanbul…
-Annem hastaydı. Sık sık İstanbul ‘ a tedaviye gitmek zorundaydı . Sonunda İstanbul’a taşındık. Yıl 1981. Tarabyaüstü’nde bir yıl zor tutunabildik, asıl yerimiz Gazi Mahallesinde çoktan hazırdı.
-İsveç…
-1989 yılında Felsefe bölümüne yazıldım. Çok sıkıntılı dönemlerimdi. Okulu bırakıp İsveç’e geldim ve Gotland’a yerleştim. Şikayetçi olmadığım uzun bir yalnızlık dönemi geçirdim. Gotland’ ı seçmemin nedeni, sakin doğasının bana uygunluğuydu. Sanata yüklenecektim.
Funda benim her şeyim.
Funda mühim!
Kazara bir gün büyük adam olursam,
bu onun sayesinde olacak.
-Hangi sanat?
-Önce karikatür çizmeye başladım. Yerel bir gazeteye ürünlerimi gösterdim, beğendiler. Halen o gazeteye çiziyorum. Sonra resme başladım. Metrelerce tuval, kilolarca boya… Sonra şiir geldi. Biri kendi olanaklarımla, diğeri yayıneviyle ortak iki şiir kitabı çıkardım alel acele. Sonra roman… Üç yıl uğraşarak yazdığım romanı yırttım ve bunaldım. Sanat ağaç, ben maymun oldum; daldan dala atladım durdum.
Animasyon ağır geldi bıraktım. Fotoğrafçılığı bıraktım. Resim yapmayı da bıraktım. Son beş yılda altı şiir yazabildim. Gönlümdeki şiiri hâlâ yazabilmiş değilim. İki adet çocuk kitabı yaptım. Biri yayımlandı, diğeri beklemede. Üzerinde beş yıl çalıştığım yeni bir roman dosyam var. Her kafama estikçe bir sayısı çıkan “Viruset” isimli bir mizah dergisinin sahibiyim. Şu son zamanlarda öykü takılıyorum. Funda “çerez öyküler” diyor. Hani şu Uzak Asya’dan gelen acı baharatlı çerezler vardır ya, onlara benzetiyor.
-Aşk…
-Malatya’da kaysı istimlerken aldım getirdim Funda’yı, yıl 1994. Aslında Muş’a gidecektim. Ayak bilekleri tombul olur Muşlu kızların. Utangaç, haşin apayrı bir güzeldirler. Öyle görmüş, öyle bellemişiz ya bir kere; ille de Muş’tan evleneceğiz. O sıralar Muş’ta yoğun çatışmalar var, korkudan Malatya’dan öteye geçemedim. İyi ki korkmuşum. Funda benim her şeyim. Funda mühim! Kazara bir gün büyük adam olursam, bu onun sayesinde olacak.
-Aşkın meyvesi…
-Derken bir kızımız oldu. Doğarken narçiçeği rengindeydi. Bir dilim peynir kadardı. Adını Helina koyduk. İki buçuk yaşında şimdi. Bir konuşkan, bir konuşkan ki sormayın. Bir gün bile ayrı duramıyorum ondan.
–Entegrasyon…
-İsveçlilerle aram iyi, İsveç’i seviyorum. Gerçi gelmem için davetiye falan göndermediler ama, ocaklarına düştüğümde ekmeklerini esirgemediler. Hem burada yaşayıp, hem de bunlara verip veriştirme çelişkisine hiç düşmedim.
***
Bir Rüyanın Ardından
| Hamdi Özyurt
O zamanlar gençtim; dile kolay, gencecik. Mezar kazar gibi şiir yazmak değil; şiir yaşamaktı benim işim, roman yaşamak. Akan zamanın ardından yontu gibi bakakalmak değil, zamanı aşk tadında içmekti benim işim.
Bir aralar kumral bir kız dadanmıştı rüyalarıma. Saçlarını yüzünden kaldırıp başının üstünden gerilere atıyordu her gece. “İzmir ‘de buluşalım, sahilde dolaşalım.” gibisinden birşeyler söylüyordu hep, kanıma giriyordu.
Bir ay zor sabrettiğim dikey perdecideki işimden ilk ve son maaşımı alıp ayrıldıktan sonra, poğaçalara ağzıyla su püskürten pastacı çocuğu dövdüm. Artık evden kaçmak için bir gerekçem vardı. Tabii ki İzmir’e gidecektim. Ama kimim kimsem yoktu İzmir’de. Olsundu.
Yaz sonlarıydı. Yol boyunca anızlar yakılıyordu, ormanlar yanıyordu, taşıtlar çarpışıyordu. O taşıtların yaptığı mı kazaydı, yoksa o taşıtlara binmek mi? Aklımın ipleri bir hayalin elinde, tepiyorduk cinnetsever yolları.
Kül tablasını fıstık kabuklarıyla doldurduğum önümdeki koltuğa başımı dayayıp uyumaya çalışıyordum. Pişman uyanıyordum sarsıntılarla. Kaçmasa mıydım? Eve gece gitseydim. Suçlu da olsam ben uyurken acırdı babam. Gizlice girseydim yatağıma, sıcacık yatağıma. Otobüsün üstündeki havalandırma kapaklarından içeriye rüzgar doluyordu, üşüyordum. Pastacı çocuğun kanlı burnunu görüyordum karanlığı delerek ilerleyen otobüsün nemli camında.
Sanırım Hatay semtiydi otobüsten indiğim yer. Karşımda kumral kız değil, iki polis:
-İzmir’e niçin geldin?
-Çalışmaya
-İstanbul’da iş yok mu?
-Yok.
Saf olduğum görüşünde birleşen polisler beni Basmane’de ucuz bir otele yerleştirdiler. Sıcaktan ve sinekten uyuyamadığımdan rüyama da gelmedi sevgilim.
Ertesi gün bomboş dolaşıp durdum İzmir’i. Karşıyaka, Konak; çarşılar, sokaklar, meydanlar… Sıcak, ateşten diliyle asfaltı, duvarları, balkon güllerini yalayan bir ejderhaydı sanki. Bir çırak serinletmek için dükkanının önünü suluyordu elindeki tenekeyle. Su yere değmeden buharlaşıyordu. Deniz mi yanıyordu, ateşim mi vardı, kanım mı kaynıyordu; bilemiyordum. Gelmişken o malûm yeri de görmek istiyordum fakat utanıyor, kimselere soramıyordum. Sürekli susuyordum. Susadıkça galon galon ayran dikiyordum kafaya. Diktikçe param azalıyordu. Param azaldıkça annemi özlüyordum. Annemi özledikçe içim yanıyordu. İçim yandıkça ayran dikiyordum kafaya… Bu kısır döngü ekonomim dibe vuruncaya kadar devam etti.
Onu bulamamıştım. Ona ihanet bile edememiştim. Üstelik çamaşırlarım da kirlenmişti. İstasyondan eve bir telefon açtım mahçup. Ablam: “Durma gel, annem çok üzgün!” diyordu.
Dönüşüm trenle, üçüncü mevkide oruç tutarak geçti. O günden sonra düş sevgilim hiç girmedi rüyalarıma. Bir girse, ona söyleyecek bir çift sözüm vardı elbet!
Not: Bu öykü Haimdagar yayınevinin hazırlamakta olduğu öykü antolojisine seçilmiştir.
| Ekim 1999