/Orhan Sunar
Tanışığımızdan beri ‘’abi!’’ derdi bana. Çalıştığım işyerine geldiğinde, sırça ve yüzük parmakları ile orta parmağı arasını hafif aralıyarak açtığı elini uzatır, tokalaşır, yanaklarımızdan öpmeyi ihmal etmezdi. Bıçkın halini zaman zaman açığa vurur, inceliğinden ise hiç fire vermezdi.
Karagöz perdesi kadar ince ve yumuşak *sayalı ayakkabılarının tabanları iskambil kağıdı gibi, görünüşü ise Goya, Tanca, kokardı. Bıçak gibi ütülü pantolonlarının rengine ahenk bir süveter, bir gömlek daima o çok sevdiği pabuçlarının mizanseni olurdu.
Tatlı bir Osmanlı kabadayılılığı tipi, gençliğimdeki bıçkın İstanbul külhanbeylerini hatırlatırdı bana. Raconu, kendi deyimi ile sadece ‘’Kartal çekmek’’ değildi. Lumpen İngilizcesini, sevdiklerine sempati tezahürü olarak gösterir, her telefon konuşmasına ‘’Goodmorning, how are you’’ diye başlardı. Her insan gibi sevgi ve hobileri vardı. Hayvan sevgisi ülkesinde başlamış hala devam ediyordu, ama haşır neşir olamıyordu. Çünkü o atlar burada yoktu. Sadece, dostlarının hiç ihmal etmeden gönderdikleri yarış mecmualarından isim ve resimlerini izler, içini özlem alevi sarar, her birinin adını, yaşını, anasını, babasını sayar, sonradan da ‘’Ben bunların hepsinin cemaziyelevvelini bilirim.’’ derdi.
Nekre*, sohbeti zevkli, ödün vermeyen inançları içinde zaman zaman politikaya takar, günlük gazete haberlerinden kendi görüşü doğrultusunda yorumlar yapar, kızar, tatlı bir küfürle rahatlar, her çıranın alevini yanışına göre üflerdi.
En hoşa gidilecek tarafı dobra dobra oluşu idi. Siyaset dünyasının göbeğine oturmuş gibi, günlük çerçeveden ve görüşüne göre ahkâm keser hem nalına hem mıhına vururdu. Hele bazen, sinirlenip de tepedeki politikacılara kızarsa; ‘’kurtaramazlar bu ülkeyi abi!’’ diye dert yanar, Doğu olaylarına değinmek isteyince de;’’Evvela Suriye’yi dümdüz edeceksin abi!’’ der, o sinirle yerinden kalkar, çay almak için mutfağa giderken bile ‘’Pezevenkler!’’ diyerek rahatlamaya çalışırdı. Bazan kendisini öyle kaptırırdı ki, su içerken, tuvalete giderkenbile küfürle politika konuşurdu. Söz arasında siyaset çevrelerinden bir iki isim söylesem, ya ‘’Partal herif!’’ diye tanımlar veya ‘’O da davar abi, dana dana!’’ diyerek hayvan sevgisine çifte bahis oynardı.
Bir gelişinde günlük veya aylık ekonomi balansını sağlayamadığı için, ‘’Yandık valla abi! Öldük.’’ der, ertesi gün aynı mevzuda; ‘’Bizi dağda eşkiyalar soymadı abi, bende para bok gibi.’’ diyerek evellki yakınmasını süngerlemeye kalkardı.
Çok sevdiği talih oyunlarından ahım şahım kazanamazdı ama her hafta milyoner olma hayaliyle kendine ve bera- berlerindekine ümit verirdi. ‘’Bu hafta yırtıcaz abi!’’ diye içeri girer, ‘’ama şu Liverpoll maçına çok fena takılıyorum, sen ona bir bak abi!’’ lafıyla yükünü biraz hafifletmek isterdi. Bazan, ‘’Sen bana bırak onları abi, ben bu işlerin raconunu bilirim. Hele bu hafta iki direk koycam abi, milletin ağzı açık kalacak.’’ diye tutturur, bir süre sonra da; ‘’Ah be abi, nasıl kaçırdık on üçü geçen hafta.’’ diyerek hayıflanırdı.
Telefon etmediği Cumartesi akşamları, spor talih oyununun O’na yine oyun oynadığını anlardım. Çünkü, az da olsa kazandığı haftalar muhakkak telefon eder, neticesini bilemediği maçların uzun uzun kritiğini yapar, bazan oyunculara, bazan oyunlara kızardı.
Her şeyde olduğu gibi yemeklerinde de zevk sahibi idi. Gün geçmez ‘’Bu gün de Konyalıda yedim.’’ diye ikramlarımızı eliyle iterdi. Uzun zaman İstanbul’daki meşhur Konyalı lokantası ile karşılaştırmalar yaparak, dostu şefiki Konyalı bir arkadaşının evinde nefsi körelttiğini anlardık.
İkinci ve de değiştirmeyi aklından geçirmediği hobisi de yüzmekti. Bu nedenle şehirdeki yüzme havuzlarına dadanmıştı. Öylesine dakik idi ki, iki eli kanda olsa saatinde oralarda bulunurdu. Böylesine bir hobi tutkunluğunu başka kimsede göremezdiniz. Sonradan öğrendim ki, gittiği yüzme havuzları o saatlerde huriler ve su perileri ile dolarmış.
Saçları ve dişleri için çalmıyacağı kapı, aramıyacağı hekim ve ilaç yoktu. En çok korktuğu ve onu ürküten alın üstü bölgesinin, gelecekte Cumaovası havaalanına dönüşmesi kaygusu idi. Saçları dökülebilir, berber ücretinden kurtulabilirdi ama şimşir tarağı nereden bulacaktı.
Bazan, yerli yabancı gazete ve mecmualardan kestiği küpürleri getirir ‘’Abi!’’ derdi, ‘’Benim kafam hafızama yeter ama saçlarım yetmez, şunlara bir bak bakalım’’ diye masama bırakır, ‘’Eksik organı olan çok üşür ben şimdi I’m going to Swimming-pool, sonra görüşürüz.’’ der, ateş almaya gelmiş gibi oturmadan giderdi.
Dişlerinin geleceğini dişçiye bağlamıştı. Zaman zaman beraber gittiğimiz klinikte, kuştüyü yatak gibi rahat ettiği koltuğa yayılıp da sırt üstü uzanınca ümitle sorardı. ‘’iyi olacak mı’’ diye. Dişleri de az saçları gibi rüyasına girer, hatta onlar için kafiyeli laflar bile düzenler, sohbetlerinde sıkıldığı mevzulardan atlamak için; ‘’Bırak bu işleri, fırçala alt dişleri.’’ diyerek, dişlerini hatırlar ve hatırlatırdı.
Her haliyle sevimli idi. Öylesine ki; eşinin sempatik bir eleştiri sözüne bile hemen kafiyeli bir cümlecik bulur. Mesela, ‘’Ben zor olsam bile rengârengim, senin gibi tekdüze değilim.’’ Diyerek tatlı bir tebessüm ile gönül alırdı. Hararetli konuşmaları arasına başka bir kelâm girse, akabinde ’’Abi, nerde galdık.’’ lafı ile sohbetini tamamlamaya çalışır, eğriye eğri, doğruya doğru konuşmasını severdi.
Bir gün, ‘’M…bey!’’ dedim. ‘’Türkiye’ye gittiğimde bir günlüğüne olsa Ankara’ya seni görmeye geleceğim. Bakalım beni orada nasıl karşılayacaksın.’’ Hemen oturduğu yerden ayağa kalktı, bana doğru bir yarım devrildi ve ‘’Abi, sen yanılıp da bi gel Ankara’ya, sana kral bir hayat yaşatayım aklın dursun.’’ diyerek hem bana olan sempatisini ve hem de oradaki yaşamını vurgulamak istedi.
O günden beri, O Ankara’ya dönüşü, ben ise yaşayacağım bir günlük kral hayatı düşlüyor ve bekliyoruz
Stockholm, Mart 1990
*Saya: Ayakkabının tabandan yukarı olan yumuşak bölümü.
*Nekre:Beklenmedik hoş ve şaşırtıcı cevapları ya da düşünceleri olan kimse (TDK)